9 Ocak 2015 Cuma

Soğuk

Artık çok üşüyorum 
Kışlar bunca sert değildi ondan mı? 
Yaş almaktan mı? 
Üşüyorum canım acıyor. 
Ellerimden çok yüzüm üstelik,tuhaf..
Bedenimle inatlaşıyor, 
yürümekten vazgeçmiyorum
-Yürümek diriltiyor ya dört mevsim-
Yüzüm üşüdükçe dudaklarım kapalı, 
kaçamayan sözcüklerim boğazımda dondu kaldı.
Peki ya kalbim de donar mı meraktayım.
Donup kalsa,mikropları yok olsa hislerimin fena mı? Fena.

31 Aralık 2014 Çarşamba

2015 Ne Getirsin ne Götürsün

Her ne olursa olsun insan yine de yeni yıla umutlu girmek ister, mutlu girmek ister. Süslemeler, hediyeler, şehrin her yerini kaplayan ışıklar insanı içten içe mutlu eder. Tıpkı kaç yaşında olursak olalım sabah etrafı bembeyaz görme umuduyla camdan baktığımız gibi. Yılbaşı kutlamanın da yaşı, dini, dili, ırkı yoktur yani. Zor bir sene geçirdik. Umutsuzluklar, kayıplar, kaybettiğimiz inançlar, büyüyen hayal kırıklıkları. Ama insan umut ediyor işte. Belki bu sene her şey daha iyi olur diye. Haydi o zaman yeni yıla umutla bakalım. Kim bilir bizi ne süprizler bekliyor. Ruhsuzlara, duygusuzlara, içi geçmişlere, işine gelince yüzünüze gülenlere, kötü olan her varlığa inat; yeni yılı sevdiklerinizle bol zaman geçirerek, bol bol gezerek, okuyarak, ayaklarınız ağrıyana dek yürüyerek, fotoğraf çekerek, elinizden geldiğince "hayır" diyerek, içinizden gelenleri yaparak, güzel anılar biriktirerek geçirin. Zaman; paradan, bitmeyen işlerden, ruhunuzu karartacak her ayrıntıdan değerlidir. Sloganınız "bana ne sana ne" olsun. Ne iş için ne para için kendinizi paralamayın. Sizi kullanmaya meyilli iyi gün dostlarına, varmış gibi görünenlere, stres ve huzursuzluk hissettirenlerlere veda edin. Sevmeyi bilen, güzel gülümseyen, huzur veren kim varsa yanınızdan ayırmayın hatta yenilerini bulun, kalplerini kazanın. Sevdiklerinize sarılın, sevginizi bağıra çağıra gösterin :) Sağlık önceliğiniz, neşe olmazsa olmazınız, sevgi vazgeçmediğiniz olsun. Ve tabi en önemlisi yeni yıl taşına toprağına kurban olduğumuz memleketimize huzur getirsin. Ve lütfen Tanrım, şeytanlar yok olsun, bitsin..

24 Aralık 2014 Çarşamba

İyilik Yapan İyilik Bulsun

İnsan iyi olana hemen alışır. İyi yaşam şartlarına, iyi insanlara, iyi davranışlara. Alıştığımız her şeye biraz daha rahat biraz daha özensiz davranırız maalesef. Oysa hepimizin gözden kaçırdığı bir nokta var. Ben, sen, o ayırmadan hepimizin yaptığı bir hatadır bu. Söz konusu her kim olursa olsun, hayatımızdaki insanların bize verdiği güzellikler, iyi davranışlar, gösterdikleri anlayış asla görevleri değildir. Sizi sevdikleri için yaparlar. Karşılık beklerler veya beklemezler, bu bambaşka bir konu. Mühim olan şey kendi adımıza bu davranışların kıymetini bilip minnettar olmanın sınırlarını aşmamaktır. Eksildiğinde, azaldığında hesap sormadan önce karşımızdakinin bir sıkıntısı olup olmadığını düşünmeliyiz. Sonrasında bir yanlışımız mı oldu diye düşünmeliyiz. Kimse sevdiği birinden veya sevdiği davranışlarından öylesine vazgeçmez. Muhtemelen sadece yorgundur. Bunları kendi içimizde sorgulamalıyız. O iyilikleri bize sınırsızca sunan insanlara aksi şekilde davranmamız biraz nankörlük bir tutam bencillik ama en çok da "bu senin görevindi" demenin göstergesidir. Sevgi, anlayış, güven görev değildir. Karşılıklı emekle sonsuz olur. Yoksa bitmeyen, azalmayan ne kalır ki? 

22 Aralık 2014 Pazartesi

Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku

İlhami Algör'ün aynı isimli romanından uyarlama "Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku". İzlediği filmerde sıcaklık, yakınlık, içine işleyen ögeler arayan benim gibi biri için tam isabet bir filmdi. İnsanların büyük bir heyecanla bekledikleri fantastik Amerikan filmlerine göz ucuyla bile bakmadığımdan, bende hiç merak uyandırmadığından ve hala uslanmaz bir romantik olduğumdan herhalde, Türk filmlerine gitmeyi seviyorum. Hele ki aşkı anlatıyorsa. Roman uyarlaması olması merakımı da artıyor tabi. Öncelikle yönetmenin oyuncu seçimi çok başarılı. Karakterler oyuncularla bire bir örtüşmüş bence. Hem Sezin Akbaşoğulları hem de Erdal Beşikçioğlu mükemmel uyum sağlamışlar. Sahneleri seyrederken Arif'in yazdığı bazı cümlelerin arka planda akması hoş bir ayrıntı olarak aklımda kaldı. Filme giderken gerçek üstü değil tam tersi tamamen sıradan bir hikaye beklentisiyle gittiğimden belki, doğallığı beni etkiledi. Konuya gelince kısaca film; henüz kitabı yayımlanmamış yazar Arif'in kadınlar hakkında bildiklerini alt üst eden Müzeyyen ile olan ilişkisini anlatıyor. Filmi benim açımdan sıcak kılan ise en çok diyalogların sahiciliği sanırım. Doğal ama asla zorlama olmayan konuşmalar,uzun uzun düşündüren cümleler insanı hikayeye bağlıyor ve "keşke bazı sahneler çok daha uzun olsaydı" isteğini uyandırıyor. Ama film öyle güzel kurgulanmış ki, bir dakika bile fazla sahne kullanılmasına gerek kalmamış. Hikayenin sonu ise klişe aşk filmlerinin aksine gerçekçi. Son sahnede seyrettiğimiz Arif'in Müzeyyen'le konuşması herkesin imreneceği şekilde yazılmış. İzlerken insana taze ve derin bir nefes aldırıyor. Şaşırtıcı bir kavramla karşılamıyorsunuz; çünkü "sevgi" insanı değiştiren, kendisiyle çeliştiren ve belki bir ömür farkına varmayacağı köşelerini zorla keşfettiren bir duygu. Derin bir nefes almak isteyen herkese tavsiye edebilirim. İzleyin, iyi gelecektir. 

18 Aralık 2014 Perşembe

Yuva Sarhoşu Deniz

Sıradan bir akşam. Ufaklık okuldan alındı, eve neşe ile gelindi. Üst baş değişti. Anne yemek ısıtmak üzere mutfağa girdi,tencereyi ocağa bıraktı,elini yüzünü yıkayıp salona döndüğünde bu manzarayla karşılaştı. Yuva böceği yine sızmıştı. Yemeğini bile yiyememiş henüz babasını görmemiş,annesiyle dans etmemişti. Neyse ki yuvada akşam kahvaltısı var,annenin içi rahat. Hem ne der büyükler uyku en faydalı besindir. " Hmm peki çocuksuz ev nasıl bir şeydi" diye düşündü anne. Ev sessiz,ortalık toplu,tatsız-tutsuz. Aynı evde yine birbirimize hasret bir gün daha sona erdi :)

KAPI

Kapıyı yüzüme sımsıkı kapadığında bir daha açılmaz sanmıştım. Dağ gibi büyük, heybetliydi. Bin yıllık bir kilitle kapatmıştın; sağlam,kararlı. Ardından ses bile duyulmuyordu. Bin yıl geçti sonra; tozundan toprağından görülmez olan kapı ağır ağır açıldı yüzüme doğru. Yaşlı gözlerimi kıstım iyice, göremedim. Eskiyen kilit kırılıp düştü sandım önce, emin olamadım. Yoksa sen miydin paslarından düşüren. O heybetli kapı, küçüldü, inceldi, un ufak oldu sanki açıldıkça. Hafif bir gıcırtı eşliğinde açılırken, eskiliğin dumanı gözlerime perde çekti. Kapının ardını hiç göremedim. Kilit mi kırıldı, sen miydin? Hiç...

17 Aralık 2014 Çarşamba

An-lık

Uyuşturucu etkisi yapar varlığın.
Anlık mutluluklar verirsin, kanar insan
ama yokluğun büyük zarar ziyan.
Dozajında tüketilmelisin,
var-ına, yok-una alışmadan.

16 Aralık 2014 Salı

Dayatmanın Her Türlüsüne Karşı

Hızla Din ( İslam ) Devletine doğru ilerliyoruz. 2002'den beri endişelendiklerimiz bir bir gerçek olurken, "yok yau o kadar da değil" diyenler ne hissediyorlar meraktayım. Elin adamı uzayı keşfederken bizim memleket git gide geriye gitme derdinde. Dindar bir nesil istiyorlarmış. İnsanların en saf din duygularını kullanarak, kandırıyorlar, alenen. Oysa Tanrı inancı ve din dayatılacak kavramlar değildir. Hoş hiç bir kavram hiç bir insana dayatılmaz ama maalesef bizler özgür bir ülkede yaşamıyoruz. Ama yaradan inancı insana aittir. İçten gelir. Doğuştan veya sonradan ama zorla asla olamaz. İnsan inanmak ister, inanmayı tercih eder veya etmez. Bugünlerde 3-6 yaş çocuklarına din eğitimi verilmesinden söz ediliyor. İnanılmaz ve dehşet verici. Bu ülkede inancı olmayan, farklı dinlere inanan veya inancı olduğu halde din eğitimini evinde kendi çocuğuna kendi istediği gibi anlatmak isteyen tüm insanlara dayatma yapılıyor. Bu kadar basit ve net. Bu durum göreceğimiz kapkaranlık günlerin habercisi. İnsanlar bu ülkede çocuk yapmaktan endişeli, çocuğu olanlar zaten enseyi karartmış durumda. İkinci çocukların hayalini dahi kuramıyor ve hatta çocuklarımızı bu dipsiz karanlıktan, duygularıyla oynanan kör cahillerden nasıl koruyacağını düşüyoruz. 
Kendi adıma konuşmam gerekirse, 3 yaşındaki kızımın kesinlikle yuvada din eğitimi almasını istemiyorum. Ben ona zamanı geldiğinde bu kavramları anlatacağım, uygun yaşa geldiğinde bu konuda okumasını öğrenmesini öğütleyeceğim. İçinden gelen inanç ve hayat tarzını benimsemesini dileyeceğim. Bana kalsa yaradan kavramına inanmasını isterim, ben böyle daha iyi hissettiğim için. Ama din inancına da Tanrı inancına da karışmam söz konusu olamaz. Peki ya endişeyle bu karanlıktan korkan yüzlerce aile? Her çocuğun gittiği yuva bizlerinki kadar modern olmayacaktır elbet.  Kim bilir nasıl insanlar nasıl cümlelerle din eğitimi verecek? Ya bazı yuvalarda çocuklara "değerler ahlakı" adı altında ürkütücü bilgiler verirlerse? Ya hurafeler öğretilirse? Ya cehennem korkusu aşılanırsa? Bu küçücük çocukların ruh durumları ne olacak? Eğitim sisteminin de tüm sistemler gibi elimizde dağıldığı ülkede bu dersin tüm okullarda doğru düzgün ve psikolojik olarak 3-6 yaş grubuna uygun verileceğine dair umudum yerin dibinde. Hadi bakalım daha ne günler göreceğiz. Umarım bu konuyu sırf bizler değil, "din eğitimine karşıysanız dinsizsiniz diyenler" dar görüşlüler de yeterince düşünürler. Çok yakında gelecekte pişman olmamak için...  

Aradığınız Duyarlı'ya Şu an Ulaşılamıyor


Bazen psikologlara çok imreniyorum. Her çeşit insanı iyi anlayabilirler diye düşünüyorum. Kim bilir belki terzi ve sökük meselesinde olduğu gibi kendi özel hayatlarındaki insanlarla yine de zorluk çekiyorlardır. Ama yine de şanslılar. "İnsan" aslında hem çok karmaşık hem de çok basit. Ama genelde yorucu. Hayatı zorlaştıran sebep çoğu zaman uzak-yakın hayatımızdaki insanlar. Bilerek veya bilmeyerek yoruyorlar beni. Anlayışlı, duyarlı, vicdanlı olmanın bedelini ödetiyorlar mesela. Belki bunu fark etmiyorlar bile. Belki hiç kötü niyetleri de yok ama gerçek bu. Ben küçük yaşlardan beri sırtımda kendimden ağır yükler taşıdım bu yüzden. Benim için hep "o nasıl olsa anlar, nasıl olsa affeder, nasıl olsa arkasını dönmez" dediler. Bu olumlu görünen etiketler zamanla yüke dönüştü. Eskiden hissetmediğim veya ömrümce taşıyabileceğimi zannettiğim bu yükler, yaş ilerledikçe sırtımı ağrıtmaya başladı. Aslında "hayır" demem gerektiğinde diyemedim, uzaklaşmam gerektiğinde uzaklaşamadım, mesafeler koyamadım zamanında. Böylece beni bir kere çözmüş herkes onlara kıyamayacağımı öğrendi ve dediğim gibi ister istemez bu durumu kullanmaya başladılar. Bu durumu kullanmaları maalesef artık beni hayal kırıklığına uğratıyor. Eskiden fark etmesem de artık zoruma gidiyor. Dünyadaki, memleketteki olup bitene hissettiklerim yeterince üzerken, kimseye karşı duyarlı olmak gelmiyor içimden. Veya cidden buna değecek en yakınlarıma en sevdiklerime sadece bu toleransı gösterebileceğimi hissediyorum. Hani her zaman zaafın olan bir avuç insana. Onların dışında kim olursa olsun "önce ben" diye düşünmek istiyorum.Çünkü artık biliyorum ki önce kendimi mutlu edersem, önce kendimi düşünürsem yuvamı mutlu edebilirim. Uygulaması zor olsa da formül basit; mutlu insan maalesef biraz daha umursamaz, biraz daha etrafına takılmamayı öğrenen, "hayır" demeyi bilen ve kendine odaklanan insandır. Bu yüzden üzgünüm ama bundan böyle aynı özeni göremediğim herkese karşı "aradığınız duyarlı'ya ulaşılamıyor".

12 Aralık 2014 Cuma

Müzik Tüm Kötülüklerin Anasıdır

Müzik sen çok tehlikeli bir sırdaşsın. En iyi dosttur derler ya senin için, çok da emin değilim ben dostluğundan. Güvenip bir solukta tüm dertlerini, sırlarımı döktüm sana. Maskelerimi çıkardım, soyundum, yüzümün ardında kimsenin görmediklerini anlattım. Hep sadece sana ağladım. Peki sen ne yaptın? Pişman ettin beni. Arsız, dengesiz, güvenilmezsin çünkü. Bazen fazla hüzünlü bazen ele avuca gelmeyecek kadar çoşkulusun. Bir anın diğerini tutmuyor. İnsanı tuhaflıklara sürüklüyorsun hiç durmadan. Sen yanımdayken; yazabileceklerimden, söyleyebileceklerimden, sınırsızlığımdan ürküyorum. Sen bıyık altından gülümserken, etrafımda alaycı alaycı dans ederken kendi kendine; ben aptalca cesur hissediyorum. Her şeyi, herkesi yenebilecek kadar cesur hissettiyorsun tek başına. Ama ikimiz de biliyoruz bu cesaretin faydasızlığını. Olur olmaz şişeleri dizdiriyorsun yan yana, sakin adımlarımı koşturuyorsun, frene basmama izin vermiyorsun. Herkes yanılıyor hakkında; dost değilsin. Hiç değilsin.

11 Aralık 2014 Perşembe

Kafamda Deli Sorular

İnsan sevmemiz gerekmiyor mu doya doya, bıkmadan. İnsan sevme ihtiyacı bitip tükenecek şey mi ? Hangi ara korkar, çekinir, tahammül edemez hale geldik kendi ırkımızdan? Kalabalık şehirlerde bencilleşip, duyarsızlaşınca mı? Kendi telaşımızdan etrafımızı flu görmeye başlayınca mı? İşte, evde, sosyal çevremizde yetemediğimiz, yetişemediğimiz için mi bu soysuz sabırsızlık, hoşgörüsüzlük, kötülük ?  Koşarken kahvaltı yapan, metroya yetiştiği an arkasındakileri düşünmeyen, şemsiyelerle birbiri üzerine kör edercesine yürüyen, yayaların üzerine acımasızca araba süren insanlar kim ? Kendi işini gücünü, ailesini, eşini dostunu bırakıp başkalarıyla uğraşan, hayatını zorlaştıran, güzel olana ayrı kötü, aykırı olana ayrı kötü gözle bakan kim? Birbirine düşman, birbirine fesat bunca insan kim? İçimizden birileri değil mi? Sevdiklerimizden, yakınlarımızdan değil mi? Her gün görmekten bıktığımız, bizi hayattan soğutan bunca "kötü", tanıdığımız hiç kimse mi yani? Sanırım sonunda şehirlerin girişlerine "Dikkat İnsan Var" tabelaları asmak gerekecek. 

Siyah Beyaz


"Vedasız ayrılıklar seyrindeyim
içimde hatıralar siyah beyaz;
bir şiir geçiyor penceremden,
hüznümü azaltıyor biraz.
Kapattım gözlerimi kilitledim,
sırtımı döndüm yalnızlıklara;
kendimi savunurken hayata
büyüdüm senelerce bu yaz"

S.Aksu - N.Göktürk

10 Aralık 2014 Çarşamba

Not Defteri ( The Notebook )

"Öyle özel biri değilim.
Sıradan fikirlere sahip, 
sıradan bir adamım ve 
sıradan bir yaşam sürdüm.
Bana ithaf edilmiş bir anıt falan yok ortada
ve yakın zamanda ismim de hafızalardan silinecek.
ama yine de mükemmel bir şekilde başardım.
tüm ruhum ve kalbimle bir başkasını sevdim.
ve bu kadarı benim için her zaman yeterliydi."

Akbil'e Veda

Canım sarı akbilim. Kimse anlamıyor aramızdaki bağı..Senden neden ayrılamadığımı anlamıyorlar. Zalim dünya seni alıyor benden. Bu yazıyı okuyunca da kesin "deli" diyecekler. Oysa nasıl yazmam ki, seninle beraber binlerce anı da tarihe gömülüyor. Basit bir eşya olabilir misin sen? Herhangi bir varlık mısın yani, kolayca iade edebileceğim? Diyorlar ki akbilinizi iade edin, yerine bedava istanbulkart alın. Yok yeaa. Daha neler. Zavallı bir kart parçası senin yerini alır mı dostum? Ah ulan, ne günlerimiz geçti seninle? Dile kolay 15 sene..Beraber şehrin gezmediğimiz yeri mi kaldı? Binmediğimiz toplu taşıma aracı mı kaldı? Az mı Eminönü'nü vapuruna koşturduk seninle? Peki ya sevgilimle buluşmaya giderken denizotobüsü heyecanımı az mı paylaştın benimle? Otobüsler, metrolar, trenler, motorlar...Neler yaşadık, ne insanlar gelip geçti hayatımızdan tatlım? Unutabilir misin benimle beraber yaşadıklarını? Ah sarı akbilim, dünya değişiyor. Senden kazandıkları para kesmedi, yeni yeni icatlar çıkarıyorlar. "Akbil dönemi sona erdi" haberini içime öküz oturdu vallahi, şoka girdim. Bir baktım insanlar çoktan vazgeçmişler senin akranlarından. O saçma sapan kartları kullanmaya başlamışlar. Vicdansız, nankör insanlar hemen unutmuşlar rahatlığını. Bense seni hiç ayırmadım yanımdan, kart filan da almadım. Anahtarlığımın parçası oldun, şehir dışına çıktığımda bile seninle hiç ayrılmadık. Öyle bağlıyım sana canım benim. Ama yolun sonuna geldik işte. Çok çaresizim dostum ne olur kızma bana. Hem, meraklanma sakın, seni atıp değiştirmeyeceğim. Her zaman anılarımda olacaksın. Ve seni hep saklayacağım. Güle güle kadim dostum. Sarı'm benim güle güle...

8 Aralık 2014 Pazartesi

Kreşe Gitmenin Güzellikleri

Haziran'da henüz 28 aylıkken başladığımız kreş maceramızda hayli yol kat ettik. İlk günlerden beri okula gitmemek için hiç direnmedi kızım, sağolsun beni üzmedi. Tabi ki ilk zamanlar bacaklarıma yapıştığı da oldu, arkamdan ağladığı da oldu. Onu ağlarken geride bırakmak anne için cidden zor. Bahçede beni göremeyeceği yerde bekliyor, ağlaması bitmeden gidemiyordum. Ama hayat bu; bu hayata adapte olması için artık topluma karışma zamanı gelmişti. Hem endişeleri yersiz de çıktı. Bebekliğinden beri insanlarla iletişim konusunda olumlu işaretler veren Deniz, yani benim sosyal böceğim kısa sürede adapte oldu. Yürümek kadar konuşma konusunda da yavaş olan kızım tabi ki ilk aylarda henüz arkadaşları kadar konuşamadığından zorluk yaşadı. Boyu uzun ama konuşması kıt olunca arkadaşları onu anlamadılar. Ama zamanla aldığı ve verdiği sevgi ve sıcaklıkla yuvada mutlu bir çocuk haline geldi. Tabi ben de sayede işine huzurla gitmeye başladım. Çekirdek Yuva çok eski, köklü bir kurum; evimize yakınlığı, yetkililerin ve öğretmenlerin çocuklara olan yaklaşımı, sunulan eğitim programı ve sosyal kazanımları ile bizi tatmin ettiğinden,içimiz rahattı. Aslında henüz 3 yaşını doldurmadığından okula verirken tereddütte kalmıştım. Ama şimdi ondaki farklılıkları ve gelişimini gördükçe doğru karar verdiğimi anlıyorum. Gerçi benim başka şansım da yoktu ama yine de evde bakıcı ile tüm gününü geçirmesindense; yaşıtlarıyla ve öğretmenleriyle sosyalleşebileceği bir ortamda olmasını, topluluk kurallarını öğreneceği, sınırsız faaliyette bulunacağı okulu tercih ederim.
Deniz artık gitgide bilinçlenen, etrafıyla iletişimi hızlanan, bizimle ve evin içinde kendini çok daha iyi anlatan bir çocuk. 
Üç yaşına hızla ilerlediğimiz bu günlerde nasıl hızla büyüdüğünü ve geliştiğini hayretle fark ediyorum. Bir yanım geriye kalan bebekliğinin tadını çıkarmak derdinde, diğer yanım dünyayı keşfetme hızına hayran kalıyor. Kreşe başlayalı henüz 6 ay oldu ve biliyorum ki Deniz'in üzerinde çok güzel etkisi oldu. Artık kendini daha iyi ifade edebiliyor; kelimeleri, cümleleri, anlatabildikleri çok daha fazla. Yemeğini kendisi yiyor; yemeği bitince peçete istiyor ve kendi temizliğini yapıyor. İsteklerini cümle kurarak söylüyor, rica ediyor, teşekkür ediyor, lütfen diyor. Arkadaşlarıyla oyunlar oynuyor, bir sürü oyunlar-şarkılar-etkinlikler öğreniyor. Müzik ve dans onun en hassas noktası.  Sevdiği çizgi filmlerdeki şarkılara çok güzel eşlik ediyor, dansları birebir taklit ediyor,hatta kendi kendince melodiler uyduruyor. Legolarla, boya kalemleriyle ve hamurlarla bir şeyler üretebiliyor. Bebeğine annelik yaparken beni taklit ediyor. Hayal dünyası geliştikçe kendi kendine oyunlar kuruyor ve bizi de içine katıyor. En güzeli de evde öğrendiklerini bizimle paylaşması, anlatmaya çalışması, oyunlarla göstermesi. Bazılarını anlayamasak da ona katılıp iyice heveslendirmeye bayılıyoruz. Bu arada elbette soruları git gide artıyor tabi merakı da :) Cevaplarını almadan asla vazgeçmiyor. İstediği şeyi alana kadar kararlılıkla ve bazen inatla diretiyor. Açıkçası onun pısırık ve köşesine çekilip derdini istediğini içine atan bir çocuk olmasını istemezdim. Bu yüzden bu huyları hoşuma gidiyor. Elbette bizim ona doğru yolu gösterme görevimiz de aynı şekilde önem kazanıyor.  Onun bu gelişimini, sosyalliğini, insanlara, doğaya, hayvanlara olan sevgisini seyretmek muazzam. Zaten ebeveyn olmanın en güzel yanı da bu değil midir? Bir çocukla yeniden büyümek sanırım şimdi iyice anlam kazanıyor. Sabahları komşularla olan iletişimi, neşesi, gördüklerine verdiği tepkiler beni de neşelendiriyor. Kızımla yeniden doğdum, yeniden bebek oldum, şimdi de yeniden çocuk olmanın tadını çıkarıyor ve büyük keyif alıyorum. Elbette zor zamanlarımız, huysuzluklar, tartışmalar da oluyor hayatımızda. Büyümenin sancıları da hayli fazla. Karşılıklı öfke krizleri yaşıyoruz. Annesi olarak çaresiz ve yetersiz hissediyorum, yoruluyorum, sabrım tükeniyor. Ama çok iyi biliyorum ki yalnız değilim. Hayatın tüm koşturmacasında, büyük bir şehirde çocuk yetiştirmek zaten zor ve tüm anne babaların yaşadığı bu hisler normal hatta çok sıradan. Bize düşen tek şey yalnız olmadığımızı hatırlamak ve elimizden geleni yapmaya devam etmek. Sanırım bu yazının ana fikri çok belli, yuva çocuklar için gerekli ve olumlu bir kurum. Büyüdüklerini kabul edip, evden çıkarma zamanı geldi.  

 

5 Aralık 2014 Cuma

Çok Mu?

"Sen artık bir eski İstanbul semtisin benim için; binlerce kez yürüdüğüm sokaklar veya en çok üşüdüğüm köşe başısın. O köşede aynı ifadeyle duruyor beni seyrediyorsun. Sanki yüzümdeki izleri takip eder gibisin, benim o izleri ustaca gizlediğimden habersiz..Yazmaya korktuğum cümlelerim, eski ve kimsenin hatırlamadığı o şarkısın mesela, sadece mırıldandığım. Karanlıklardan,yalnızlıklardan çekip çıkaran güçlü elin hatrına, unutmaya ayak dirediğim çocukluğumsun. Şimdi geçmişteki halinle çıkıp gelsen, bir kez "üzgünüm" desen faydası olu mu? Aynı insanlar olmadıkça mümkün mü ? Kaybolup gitmiş neyi yerine koyabilir ki insan. Çok şey değil istediğim; içinde sessiz sedasız gizlendiğin, arada ortaya çıkıp sadece gülümsediğin saklı bir köşe olsun hayatımda, çok mu ? Hiç bilemediğim dünyanda ufacık bir odam olsun, çok mu? Bu kadarına değerdi aslında. Bu kadarına değmişti."

18 Ekim 2014 Cumartesi

Melek Anneanem

Yazmak bu kez içimi acıtıyor. Hem istiyor hem de erteliyordum bu yazıyı. Çünkü onun yokluğunu kabullenmesi tahmin ettiğimden zor. Pamuk anneannem bu dünyayı ve bizleri bırakıp gitti. Sevdiğimiz insanları ölümle kaybetmek acı veriyor. Yaşı kaç olursa olsun, ölüm ne kadar beklenen bir şey olsun fark etmiyor. Anneannem zaten son bir kaç senesini bir bebekten daha bilinçsiz yaşamıştı. Kimseyi bilmeden tanımadan, ne yaptığının farkında olmadan. Hele ki son zamanları onu görmekten kaçındıracak kadar kötüydü durumu. Geçen Ekim ayında veda etmiştim ona. Son kez öpüp koklayarak pamuk ellerini. İnsan çaresizce "hatırlasın beni" istiyor ama hatırlamadan bakıyordu. Yine de gülümsemeye çalışarak. Onu bu şekilde bıraktım zihnimde. Ve sonunda O da gitti. Onun gidişiyle artık kimsenin torunu olmadığımı fark etmek bir yana, anneannem hayatımın en özel insanlarından biri olduğu için belki, bu kez çok zorladı "ölüm" beni. Seneler sonra tüm çocukları ve torunlarıyla ona veda etmek için Bahçe'ye gittik, memleketimize. Onunla anlam kazanan bir kasabada ve her yerde sadece onun yaşanılan anılara veda eder gibi  dolandık durduk. Şaşkın şaşkın eski günlerden iz aradık sokaklarda ve insanların yüzlerinde. Çoğumuzun en son çocukken uğradığı kasabada artık tanınmayacak kadar yetişkin olmuştuk. Ama pamuk annenemin yokluğunu bilerek orada olmak farklıydı. Ailecek sayısız güzel günlerin geçtiği, çocukluğu doyasıya yaşadığımız meyve ağaçlarıyla dolu bahçemiz, mangal yaptığımız arka balkonumuz, fesleğen kokularını içimize çektiğimiz ön bahçemizle, kocaman sofralarla dolu evimiz artık yoktu. Seneler önce evi şimdi de o evi sımsıcak yapan anneannemizi yitirdik. Onu ziyarete geldiğimizde bizi heyecanla bekleyişi, giderken usul usul ağlaması, bizim için hazırladığı minicik patlıcan dolmaları aklımda hala çok taze.
 Bu dünya için çok naif çok özel çok güzel bir insandı. Bir ağa kızı oluşu mütevaziliğine hiç dokunmamıştı. Dünyanın en sevecen, en iyi niyetli, en zararsız insanı diyebilirdiniz onu tanısanız. Kim bilir en fazla kendine dokunmuştur zararı, o da hep bir başkasını üzmemek adına. Yanaklarımızdan öperken bile usul usul ve yumuşaktı her zaman. Kıyamazdı hiç.. Beş çocuğu on bir torunu oldu. Zorluklarla, fedakarlıklarla büyüttü çocuklarını...Torunlarını sevdi doya doya. Yaşlandı, yoruldu, sonsuz uykuya daldı şimdi. Güzel anneannemin sakinliğinin ardındaki zor yaşamını, erken kaybettiği  dedeme olan sevgisi, ince espri yeteneği ile ona ait her şeyi kalbimde saklayacağım. Bana hayatımın ilk aylarında sevgiyle bakmış...Belki o zamanları hatırlamıyorum ama çocukluğumda bizde kaldığı aylar hep çok mutlu hissettiğimi çok iyi hatırlıyorum. Okula giderken mutlaka ardımdan camdan baktığını, onu öpmelerimden hiç bıkmadığını, tüm çocukluklarıma ve hatta ergenlik deliliklerime hep uyum sağladığını ve bana gülümsemekten asla vazgeçmediğini çok iyi hatırlıyorum. Benim pamuk anneannem, zor ama mutluluklarla dolu yaşamın sona erdi. Umarım çok daha mutlu çok daha huzurlu olduğun bir yerdesindir. Bu dünyada çok sevildin, meleklerle berabersindir şimdi ve umarım seni tekrar görebilir tekrar sarılabilirim..Benim pamuk anneannem...İyi ki benim anneannemdin..Her şey için minnettarım. En çok da varlığın için.

17 Eylül 2014 Çarşamba

Seni Saklayacağım

Seni saklayacağım inan
yazdıklarımda, çizdiklerimde,
şarkılarımda, sözlerimde..
Sen kalacaksın kimse bilmeyecek
ve kimseler görmeyecek seni,
yaşayacaksın gözlerimde.
Sen göreceksin, duyacaksın
Parıldayan bir sevgi sıcaklığı,
Uyuyacak, uyanacaksın.
Bakacaksın, benzemiyor
gelen günler geçenlere, 
dalacaksın.
Bir sevgiyi anlamak
bir yaşam harcamaktır, 
harcayacaksın.
Seni yaşayacağım, anlatılmaz,
Yaşayacağım gözlerimde;
Gözlerimde saklayacağım.
Bir gün, tam anlatmaya...
bakacaksın,
Gözlerimi kapayacağım..
Anlayacaksın...

Özdemir ASAF

15 Ağustos 2014 Cuma

Aklımda

Aklımda uzun diyaloglar var
kaçınılmış, konuşulmayacak olan..
Keşke konuşabilsek,
düşünmesek fazlaca,
korkmasak,
ağlasak sesli sesli,
tertemiz olsak
kırıntısı kalmasa öfkelerin.

11 Ağustos 2014 Pazartesi

Deniz'in Sevgi Gösterileri

Bir çocuk yetiştirmenin en çekici tuhaf yanlarından biri bizleri takip edişi bana göre. Küçük bir suretin duruyor yanı başında. Alacağı şekli bekleyen bir oyun hamuru gibi. Küçük insan rol modellerini yani önce anne-babasını gözlemliyor, kaydediyor ve taklit ediyor. Bazı huylar cidden kalıtsal diğerleri ise çevresel faktörlerle oluşuyor ve gelişiyor. Tabi ki bizden çok adım önde olacak ufaklık. Yaşadığı çağa uygun, yaşıtlarına uygun, dünyanın en son haline uygun gelişecek ama yine de bizim küçük taklitçimiz bizlerden huylar, alışkanlıklar elde edecek. Bu hem büyüleyici hem ürkütücü. Hele ki algıları iyice geliştiğinden beri, her sözünüze, davranışınıza, olaylara verdiğiniz tepkilere dikkat etmelisiniz. Ufacık bir tepkin onun zihninde korkutucu olabiliyor çünkü. Veya asla öğrenmemesi gereken şeyleri erkenden öğrenmesine sebep olabilirsiniz. Deniz Zeynep her ikimizden de bazı özellikleri kapmış olsa da her ikimizde de ortak bulunan ( mütevazi olamayacağım ) sosyalliği, sonu gelmeyen insan sevgisini ve sevecenliği kapmış. Tabi ki bu özelliklerin 2.5 yaş versiyonu çok daha sevimli oluyor. Bizler ne de olsa yetişkiniz, hayatı öğrendikçe insan sevgisi çok baki kalmıyor malesef. Neyse bu bambaşka bir konu. Deniz'e dönecek olursak; bazen iyi mi kötü mü bilemesem de küçük hanım insanları çok çok çok seviyor. Hemen alışıyor, içi ısınıyor, sokulup iletişim kurmak istiyor. Henüz bebekken koca gözlerini dikip uzun uzun izlerdi ilgisini çeken insanları. Büyüyüp konuşur, kendini ifade eder hale geldiğinde durum biraz daha derinleşti. Yakınlarına, sevdiği insanlara gösterdiği sevgi zaten müthiş; onları görünce çığlık atıp sevicini bağıra çağıra göstermesinden tutun, uzun uzun sarılıp sınırsızca öpmesi tabi ki herkesi çok mutlu ediyor. Peki ya yabancılar? Sokakta gördüğü her insanla selamlaşıyor, bazılarıyla konuşup peşlerinden koşuyor. Çocuk görünce zaten direk yakasına yapışıyor. Hiç tanımadan iki dakika iletişim kurduğu insan dönüp gittiğinde arkasından ağladığını bile gördüm. Durup dururken gidip birine sarılıyor veya ellerini tutuyor. Böyle enteresan bir insan yavrusu bizimki. Bir yandan çok tatlı olduğunu düşünsem de çoğu zaman endişeleniyorum. İnsanlara güvenin yok olduğu bir çağda ve dev bir kentte yaşarken, çocuğun bu derece korkusuzca insanlara kapılması çok da iyi değil aslında. Ama henüz korkuyu bilmiyor. Elbet biraz daha büyüdüğünde tehlikeleri daha net anlatacağız ve umuyorum ki o da biraz temkinli olacak. Küçük hanım toprağı, çiçekleri, hayvanları da en az insanlar kadar seviyor üstelik. Hepsine sevgiyle yaklaşıyor, dokunup okşuyor, konuşuyor ; bırak canlısını sevmeyi, kitaplarda televizyonda görünce bile en sevimli gülümsemesiyle tepkiler veriyor. Benim minik modelim, sevgi kelebeğim; umarım hayat karşına sevginin ve sevgi gösterilerinin değerini bilen insanlar çıkarır, hep mutlu olursun..