29 Haziran 2016 Çarşamba

Kimsin Sen?

Kimsin sen? 
Hayatımın neresindesin, 
ne'sin?
Pas tutmuş kapıları açan bir anahtar olabilir misin mesela?
Aklımın uçsuz bucaksız düşünceleri,
öfkeyle geride bırakılan umutların ödülü müsün sen?
Belki içime işleyen cümleler'sin
belki cevapsız kalan sorular,
veya başımı hiç o yöne çevirmediğim yollar'sın.
Belki sabah uyandığımda kokusunu aldığım sabun,
gözüme takılan mavilikler,
parmaklarımın tuttuğu bir kalem,
sabah çayımı yudumladığım bardağım'sın..
Veya yazmaya kıyamadığım defterler,
dokunmaktan çekindiğim ahşap bir kitap,
içim üşüdüğünde üzerime çektiğim  
-üzerine işlemiş emekle gözlerimi yaşartan- bir örtü'sün.
Sakladığımdan bihaber olduğun ufacık kağıt parçaları'sın belki.
Ne tarafa gitsem bana bakmaktan vazgeçmeyen bir maske,
veya narin-camdan melek figürü'sün..
Kim bilir belki de parmak uçlarımın sihir yapma isteği'sin. 
Biriken ve okumak için sabırsızlandığım kitaplar'ım,
içimde büyümeyen çocuğun şefkat duygusu'sun.
Herkesten, her şeyden bunaldığımda yalnız yürümenin keyfi'sin..
Saklandığım köşe'ler, kaçındığım kaygılar'ımsın..
Söyler misin tüm bunlar olabilir misin sen?
Bunca sevilme isteğini sen getirmiş olabilir misin?
İçimde filizlenen inancı bunca cismin içine mi saklamış olabilir misin?
Neden tanımsızsın?
Lütfen söyler misin,
sen kimsin...
Belki hepsi belki hiç biri,
Ama adım gibi eminim ki,
Kalbimin bir parçası'sın...

28 Haziran 2016 Salı

Gölge'm

"O" benim gölgem gibi. Kendimi bildim bileli peşimde. Vazgeçemediğim eski bir sevda gibi her zaman içimde, avuçlarımda..  Ah, "yazmak" öyle arsız bir istek ki, zorunlu bir perhize girdiysem eğer, sanki tenimin altında birikiyor kelimeler. Huzursuzlanıyorum. Kağıda dökmediğim-dökemediğim kırık dökük cümleler, zamanla tüm iç organlarımı kaplıyor, acıtarak, hırpalayarak. Her bir organı delip geçmek istiyorlar, zorluyorlar beni. İçimden taşanları yazarak anlatamadıkça zalim zihnim, gündüz vakti rüyalara dalıyor. Beni uykuda tutmaya yeminli, haşarı bir baş belasına dönüşüyor. "Kus" diyor anlatamadıklarını, "her nasıl olacaksa olsun, yine de yaz" diyor. Paylaşsam da paylaşmasam da, ister kendime olsun ister sevdiklerime, yine de yazmak zorundayım. Öyle tatlı bir zorunluluk ki bu, asla emekliye ayrılamayacağım asli görevim gibi, beni hiç bırakmıyor. Mesaisi hayli karmaşık...Bazen yalnız kalmamı bekliyor, bazen zifiri karanlıkta sessizlik istiyor. Işıktan da sesten de uzak durmak istiyor. Evin herhangi bir odasında veya sokağın ortasında yakalayıveriyor yakamdan. Eğer iyi günündeyse küçük bir çocukmuşum gibi dizlerine yatırıyor, saçlarıma dokunuyor uzun uzun. Sanki beni sakinleştirmek, şefkatle dize getirmek ister gibi, zaaflarımı iyi biliyor. Eksildiğim yerlerden veya yoksun kalan her ne varsa içimde, oralardan çıkıyor ortaya. Bazen en olmadık zamanlarda; mesela bir otobüs kalabalığında ayakta dururken ortaya çıkıyor. Aklımdan geçenleri yazamadığım o anlarda, sinsi sinsi gülümsüyor bana. Alay mı ediyor yoksa beni köşeye mi sıkıştırmak istiyor bilmiyorum. Başka bir deyişle; kalabalık ve ilgimi bekleyen ortamlarda yokluyor sık sık...İlgimi istiyor, kimseye veremediğim kadar hem de..Karşıma geçip koltuklarda zıplayan neşeli çocuklar gibi dans ediyor. Ona ilgi göstermezsem bile, en azından güldürüyor beni. Lakin en kötüsü beni, işimin başında, çalışırken yakalaması. "İşi gücü bırak kalemi al eline" diyor..Yokmuş gibi davransam, görmezden gelmeyi denesem de gitmiyor; cümle cümle değil, paragraflar halinde dökülüyor bu sefer. Her şeyi bırakıp ona dönüyorum çünkü onu bu derece yok sayamıyorum..Bu kez benden ümidi kesmesinden korkuyor ve eninde sonunda kendimi ona teslim ediyorum.