6 Aralık 2013 Cuma

Yeditepe İstanbul

Sene 2001, TRT hala izlenebilir düzeyde. Aniden bu dizi çıktı ortaya. Kimsenin dikkatini çekmeyen bu dizi eminim izleyen herkes için unutulmazdı. Her şeyden önce oyuncu kadrosu inanılmazdı. Meral Okay, başta olmak üzere her oyuncu başroldeydi. Çünkü hikayenin baş rolü bir karaktere değil tüm mahalleye aitti. Yer Balat'da fakir bir mahalle. Her karakterin derdi büyük ; yalnızlık, fakirlik, işsizlik, hastalık..Onları bir arada tutan bu dertlerdi sanırım ama dikkat çekmeyen sıradan insanlardı her biri. Küçücük mahallede yaşanan dostluklar, aşklar ve en önemlisi yaşadıklarını ifade etme biçimleri ile çok özel bir hikayeden söz ediyorum. Sadece içinde geçen diyaloglar için, onları oturup bir kenara yazmak için bile defalarca izleyebilirim. Eğer izlediyseniz ne güzel. İzlemediyseniz mutlaka izlemelisiniz. Uzun uzun anlatmaya hiç gerek yok. Diyalogları okumak yeterli bence, hele ki piyano ve flütün eşlik ettiği melodisi kulaklarınızdaysa hala.

Ben özleyenler için hem müzikleri  hem replikleri paylaşıyorum. Eminim okurken bir gülümseyen olacaktır. Fazlasını arayanlara Google'ı tavsiye ederim. Doyasıya replik ve sahne bulabilirsiniz.
Yusuf:  
-Öyle bir bak ki bana, gelmem için mazeret gerekmesin.
-Karşılaştık ya tek avuntu bu...ve bu yeter.
-Hiçbir şey yaşamadım ki;ortasında olayım hayatın.. kenarındayım, tıpkı bizim mahalle    gibi..en kenarında, hayatın..
-Hayat, sahip olduklarımızın dışında kalanlarmış meğer.

Ali:
-Birini kendimize benzetmek ona yapılabilecek en büyük kötülüktür.
Ömer:
-Hüznümün üzerine ağırlık koymam lazım. Değil mi ama? Yan vakitsiz bir gözyaşı olmasın    diye, muhtelif duygularımıza kas yapıyoruz.
-Ben seni iskambil destesinde bulmadım ki şansıma küseyim.
Havva Ana:
-Onlar gidiyor, sonra içinde hasta bir kalp büyütüyorsun.



Tamam Mıyız?

Çağan Irmak deyince akan sular durur benim için. Tüm filmlerini severim, hem de çok severim. Ama asıl O'nu güzel kılan her zaman "Çemberimde Gül Oya" dır. 41 bölümlük dizinin her bir bölümü ayrı bir sinema filmidir benim için. O gün bugünden gözüm hep Çağan'da. Yaptığı her iş kıymetlim. Çekimleri Gezi olaylarına denk gelen "Tamam Mıyız"? filmini de bu yüzden sabırsızlıkla bekledim. Ve dün akşam sevgilimle çocuğu anneye bırakıp koşarak gittim. Bir Çağan Irmak filminden beklenenin aksine bu filmin sonunda ağlamadık. Çünkü bu film mutluluğun, umut etmenin filmi. Eğer yine de ağladıysanız bu kez kederden değil rahatlamaktan'dır. "Tamam Mıyız?" farklılıklarından veya eksikliklerinden ötürü dışlanan herkesi anlatıyor. Yani kısaca herkesi. Pek çok açıdan zor bir toplumda yaşıyoruz. Toplumun kişisel özgürlüklere tepkisi malesef çok ağır olabiliyor. İnsanlar yalnızlığa sürükleniyorlar. Yargılanmakten yorgun düşüyorlar. Bu yüzden desteğe ihtiyacımız var. Bu desteği ancak bizi anlayan ve tamamlayan insanlardan alabiliriz. Eksiklerimizi onlarla tamamlarız çünkü. Sustuklarımızı onlar konuşur, kalbimizi unuttuğumuzda kalbimiz, aklımızı unuttuğumuzda aklımız oluverirler. Eksikleri tamamlarlar işte, basitçe. Yük olduğunuzu asla düşünmezsiniz. Aynı şekilde siz de onları tamamlarsanız hele ki, tadından yenmez işte. Filmde anlatılan hikaye belki çok çarpıcı bir örnek ama hepimiz bizi tamamlayan insanlar sayesinde özgürleşiyoruz aslında. Mücadele gücümüz ve hatta kendimize olan inancımız artıyor. Çağan Irmak yine insan olmanın, sevmenin en güzel noktasına değinmiş ve tam on ikiden vurmuş. Eğer şanslıysanız sizi tamamlayan insanları bulursunuz veya bulduysanız asla kaybetmezsiniz. İster sevgili olsun ister kardeş ister dost; bu hayatta şanslı insan "yarenlik" edeni bulandır; yargılamadan, sizi tüm kırık-dökük yanlarınızla seven ve çekip gitmeden aynı yolda yürüyen insanı - insanları - hayatında tutabilendir. Ve ne şanslıyız ki bize tüm bunları anımsatmaktan bıkmayan Çağan Irmak var. İyi ki varsın.
Bu yazıyı, ne kadar şanslı olduğumu düşündüren iki insana armağan ediyorum. Okurken anlayacak ve gülümseyeceklerdir. Sonsuz minnetlerimle.. 

4 Aralık 2013 Çarşamba

#blogfırtınası 15 Sene Sonra

Hikaye yazmak zordur ve pek bana göre değildir. Karakter yaratmak gerçek bir yetenek ister bence. Benim yazım basit birinin 15 sene sonrasına dair hayalidir sadece. Hayallerin gerçek olduğu sıradan bir hayatı anlatır..

.........Bir sabah hayallerindeki hayata uyandı.Sene 2028.Aylardan Mayıs..Memleket 15 sene önce yaşanan o berbat kaos ortamından kurtulmuş, halk huzurlu mutlu. Yine yaşam derdi var belki ama en azından bütün vatan hainleri yok olup gitmişler.
Kadın pırıl pırıl bahar güneşinde -yanında sevgilisi- kendini Foça'da demirlemiş ahşap bir teknede buldu. Erken kalkmaları gerekiyordu, yapacak işleri vardı. Ama yine de telaş etmeden kahvaltılarını yaptılar. Birazdan telefon çaldı. Arayan kızlarıydı. Güzel Sanatlar Fakültesine girmek için harıl harıl sınavlara çalışıyordu genç kız. "Ne zaman geliyorsunuz anne" diye sordu. "Haftaya İstanbul'dayız, birkaç gün daha kalıp geleceğiz" dedi kadın. Sonra tekneden inip kendi elleriyle kurdukları pansiyona gittiler. "Mavi Pansiyon" yeni sezona tastamam hazırlanmıştı. Bereketli bir yaz olsun diye en ufak ayrıntıda bile canla başla çalışmışlardı. Çok da çalışanları yoktu zaten. Küçük ama sevimli bir yerdi. Birkaç sene olmuştu açılalı. Haziran'dan Ekim'e kadar burada kalıyorlardı. Kışın ise bazen Antalya bazen İstanbul derken ayları geçiriyorlardı işte. Foça'dayken akılları kızlarında kalıyordu elbet ama genç kız kendi kendine idare etmeyi iyi biliyordu. Tabi ki yazı Foça'da geçireceklerdi ama bir haftalığına İstanbul'a kızlarının yanına gitmeleri gerekiyordu. Anne babalarını görecekler, kızlarının sınavları atlatmasını bekleyeceklerdi. Hem sezon öncesi biraz gezmek fena olmazdı. Şehirde kalan bir avuç dostları vardı ya hala, onlarla zaman geçirirlerdi bol bol. Yaz sezonu Foça'da çok yoğun geçerdi. O yüzden iyi gelecekti biraz uzaklaşmak. Ne tuhaf eskiden şehirden uzaklaşırlardı kafa dinlemek için. Şimdi ise şehre tatile gidiyorlardı. Komik belki ama senelerce bunu hayal etmişlerdi. İki sevgili birkaç gün içinde işlerini toparlayıp düştüler yola. Adam yine çok keyifliydi yollarda olmaktan. Kadınsa aklında sürekli planlar yapıyordu. Şaka değil 40'lı yaşları yarılamışları, seneler sivrilikleri törpülese de aynı gençliklerindeki gibiydi ikisi de. Biri sakin diğeri her daim telaşlı. Akşama doğru evlerine geldiler...Kızları onları kapıda karşıladı. "Güzel kızımın gülüşü hala bebekliğindeki gibi" diye aklından geçirdi kadın. İçeride onlar için hazırlanmış harika bir sofrayla karşılaştılar. Meğer tüm aile -ton ton anne babalar, abiler, yeğenler ve kadının biricik kardeşi- onları karşılamaya gelmiş. "Herkesi bir arada görmek sizi mutlu eder diye düşündüm" dedi kız kardeş. Kim bilir kaçıncı süpriziydi bu onlara.Kadın sevgilisine döndü. "15 sene önce de bu kadar mutlu muyduk" diye sordu. Adam kulağına "elbette" diye fısıldadı. 

3 Aralık 2013 Salı

#blogfırtınası Sevgili Roma Güzel Roma

Bu konu ödevler arasında beni en çok sevindiren...Dünyada sen sevdiğiniz yer. Cevabı hiç düşünmeden verebilirim. Öyle onlarca ülke görmüşlüğüm yok belki ama biliyorum ki tüm dünyayı gezmiş de olsam yine İtalya'nın Roma şehrini söylerdim. Kendimce sebeplerim var elbet ama bazen ben bile şaşırıyorum nasıl bu kadar benimsedim Roma'yı diye. Üstelik sadece beş günde. Orada balayımızı geçirdik ama sebep bu değil bence. Roma sanki hem Türkiye'den hem de değil.Sanki memleketimin en güzel özelliklerine sahip ama olumsuzluklarına değil. En çok insanları etkiledi sanırım. Sıcaklar,iletişimi el işaretleri ve mimik kullanarak kuruyorlar. Neşeliler ve eğlenmeyi biliyorlar. Yemek onlar için en büyük keyif :) İş'den çıkan mutlaka sokaklarda oturup güzel zaman geçiriyorlar. Basitçe mutlu olabiliyorlar. Bir şehrin insanlarının mutlu ve neşeli olması o kadar huzur verici ki...İklimi aynı İstanbul. Ben sıcak mevsimde gittim ama kışı da birmiş duyduğum kadarıyla. Şehri gezmek kolay, yürüyerek gezmek büyük keyif. Meydanları olağanüstü. Mimari büyüleyici..Yemeklere gelince :) sanırım yemekten büyük keyif alanların şehri Roma'dan başka bir yer olmaz.Makarna ile pizza'nın baş kenti dedikleri kadar var gerçekten. Kullandıkları sos malzemeleri, makarnanın tazeliği, pizza hamurunun inceliği, dondurmanın lezzeti derken yemeklere aşık olmamak elde değil. Hele ki şarap içmeyi seviyorsanız değmesinler keyfinize. Roma gördüğüm diğer Avrupa kentleri gibi soğuk ve kendini beğenmiş değil, aksine Roma dağınık ama olduğu gibi mutlu bir kent. İlkbahar kadar güzel ve ferahlatıcı. Orada geçirdiğim hayatımın en güzel günleriydi. Elbette yeni evli olmanın mutluluğuyla birleşmişti ama biliyorum ki defalarca gitsem sıkılmam Roma'dan. Yine aynı sokakları aynı meydanları bıkmadan yürür, Gepetto Ustanın dükkanına uğrar, sokak çeşmelerinden su içer, pizza yer, şarap içer ve gülümserim. Daha uzun kalsam İtalyan arkadaş edinmeyi ve o neşeli dili öğrenmeyi bile denerim, neden olmasın. Ve eğer bir gün biri bana dese ki "ülkeni terk etmek zorundasın. Nerede yaşamak istersin?" diye sorsa hiç düşünmeden "Roma" derim. Çok uzun çok ayrıntılı anlatmaya gerek de yok bence. Güzelliğin, zevkin ve neşenin baş kenti Roma..

2 Aralık 2013 Pazartesi

#blogfırtınası Kürk Mantolu Madonna ile Yeniden

Madem bu yazı bir kitabın herhangi bir satırıyla başlayacak tabi aklıma yine "Kürk Mantolu Madonna" geldi. Hala daha çok sevdiğim bir roman okumadım sanırım. 

 "Benim fikrimce aşk diye ayrı, müceret bir merfum yoktu.İnsanlar arasında çeşit çeşit kendini gösteren bütün sevgiler, sempatiler bir nevi aşktı. Yalnız yerine göre isim ve şekil değiştiriyordu"...
Aklımı okuyabilse biri, ancak bu kadar güzel anlatırdı. Sabahattin Ali bu satırları yazacak kadar cesurdu. Çünkü bu fikir öyle herkesin anlayabileceği türde bir düşünce değil bence. O insanlar arasındaki tüm sevgiler demiş ya bana kalırsa "her hangi" bir varlığa bile duyulabilir o sevgi. Yazarın da dediği gibi ismi değişir, şekli değişir, verdiği mutluluk değişir. Nasıl istersen öyle tanımlar öyle yaşarsın. İster basitleştir ister tüm dünyanı aşk üzerine kur sana kalmış. Kim her ne şekilde anlatırsa anlatsın fark etmez. Yanlışı doğrusu olmaz, olmamalı. Ama en güzel tanım benim için böylesi işte. Aşk sevdadır aslında. İnsanı hasta edecek kadar ama bazen yaşatacak kadar büyüktür. Bu dünyanın tüm kahrını çekip, uzun-kısa bir ömür yaşayıp sadece belirli kalıplara sokmak aşkı, haksızlık değil de ne? Sevgi büyükse, en öfkeli anlarının ardından gülümsetiyorsa sevdadır ya işte. Bunun başka nasıl bir açıklaması olabilir ki? Kime, neye bütün kalbin ve ruhunla bağlısın? Neyi için yanacak, aklın başından gidecek kadar istiyorsun? Hepsi aşkın parçası veya ta kendisi değil mi? Ve eğer gerçekten aşk insanı isen; yabancı bir şehrin ara sokaklarında, çocukluğunun semtinde, sayfaları yırtılmış eski bir defterde, bilinmeyen bir şarkının nakaratında, bir çift gözde, sıradan film repliğinde, kıyıda köşede kalmış-kimsenin fark etmeyeceği kadar basit bir insanda bulursun aşkı..Ve bunca sevginin altında kalmadan, garipsemeden, tanımlamalar aramadan yaşamaya devam edersin. Çünkü sevda her yerde en çok da senin içindedir...Kimse anlamasa da Sabahattin Ali olsa anlardı...

#blogfırtınası Bir Varmışşşşş Bir Yokmuşşşşşş

Blogger kadınlar arasında küçük bir eğlence. Güzel olabilir diye düşündüm katıldım aralarına. Bakalım olacak mı? İş-ev-çocuk derken çok da sadık olamayabilirim ama denemekten ne çıkar deyip başlıyorum. Dünün yazısı ancak bugüne :) Ayrıntıları öğrenmek isteyenler : http://tamamenatiyorum.com/2013/11/30/blog-firtinasi/

"Bir varmış bir yokmuş...Dünyanın en yorgun en yaralı ama en güzel diyarlarından birinde yaşayan bir kız varmış. Kardeşinin deyimiyle "kalbi ayak parmaklarından saçlarına uzanan, sevgi arsızı bir kızmış bu. Hayatta tek derdi sevgi ve sevdiği insanlar olan bu kız büyürken elbet bazı taşlara takılıp düşmüş. Düştüğünde yaralanmış, ağlamış ama bir şekilde ayağa kalkıp yürümeye devam etmiş. Yol üstü yeni insanlar tanımış, her defasında aynı tazelikle onları da sevmiş. Ama her durakta durup ince ince sevdiği insanların büyük çoğunluğu yola onunla devam etmemiş. Korkup kaçanlar, yorulanlar, karşılık veremeyenler derken uzaklaşmışlar işte. Küçük kız da ne yapsın çareyi yazmakta bulmuş. Her kırgınlıkta yazmış, yazmış, yazmış. Dere tepe düz giderken de yazmış, duraklarda dinlenip yeniden sevmeyi denerken de yazmış. Seneler böyle geçerken küçük kız büyümüş önce "aşık" sonra "anne" olmuş. Tam büyüdüğünü zannederken kızıyla yeniden çocuk olduğunu fark etmiş. Yollar kısalmış, yorgunluğu artmış, arayışlar azalmış...Dönüp dönüp geçtiği yollara baktıkça yaşadığı sevgileri düşündükçe kendine şaşırmış kalmış. Gücüne, inadına hem hayran kalmış hem de bir yandan kahrolmuş ama bir de bakmış elinde avucunda kalanlar onun en yakınlarıymış. Bunca yorgunluğa sadece o insanlar için değdiğini anlamış ve gülümseyerek devam etmiş."